top of page

Top havuzları, yollar bir de James Ensor



Her zaman kendimize güvenebilir miyiz ya da ne ölçüde güvenebiliriz? Gördüğümüz şeylerin gerçekliğine nasıl inanabiliriz? Hayatımızda yer alan her birey için onlar neyse biz de onlar için o muyuz? İnsanın büyümesi bir yerde biter mi? Büyürken çekilen ızdıraptan çıkardığımız dersler ne kadar doğrudur?


Eskiden kalma bir alışkanlık yazıp içimi dökmek ve bu iç dökme yazılarını asla bu kadar kolay ulaşılabilecek bir şekilde muhafaza etmedim. Yani bu yazı benim için bir ilk.


Gençliğin bazen bir hastalık olduğunu düşünüyorum, görmeyi engelliyor gibi sanki. İnsanın ömründeki en enerjik ve en açık olduğu bir dönem olduğu için sanırım. Her şeyi yapabileceğini düşündüğün yıllar.


Dünya bir top havuzu gibi geliyor. Rengarenk topların içine atlayıp onları istediğin gibi sağa sola atarak eğleneceğin bir alan. İlk gördüğün andan itibaren içine girmek için can atıyorsun. Hadi artık yaşım tutsun diye gün sayıyorsun belki de. Sonra o an! İçeridesin. Kocaman bir havuz ve mükemmel bir eğlence sanki. İlk anda muazzam bir keyifle tek başına eğlenirken bir yerden sonra tam bayıyor gibi oluyor ve o ipliklerin arasından senin ilk heyecanını taşıyan biri daha geliyor. Oyun arkadaşın oluyor. Farklı oynama stilleri buluyorsun ve tek başınayken ne zevk almışım bundan diye düşünüyorsun. Onla oynamak bambaşka bir tat çünkü. Sonra diğeri geliyor, geliyor. Havuz sadece senin değil çünkü. Hepsiyle oynadığın stil farklı. Zaman geçtikçe oynayış stilleri bir acayipleşiyor. Bir grubun olmuş, herkesin bir köşesi var ve bazıları suratına ya da başka birine bir topu geçirmek için çaba sarf ediyor. Atlıyorsun o topların önüne renklerini umursamadan. Çünkü ne kadar güzel görünürse görünsün en iyi oyun arkadaşının canı yansın istemiyorsun. Senin için de yapılıyor bu tabii. Tam zamanlı koruma olmaz her zaman arada bir o burun acıyor, ağzın yüzün bile kayıyor olabilir. Acını dindiriyor en iyi oyun arkadaşın, sen de onun tabii. Ama köşen kalabalıklaştıkça o kadar ilgilenemiyorsun doğal olarak çünkü kalabalığın içinde de oynayışından keyif aldığın arkadaşların oluyor. Fakat onu, her zaman yanına koşanı unutmuyorsun. O da seni tabii. Bu bir yere kadar gidiyor ve bir zaman geliyor. Öyle bir zaman ki gülle gibi yüzünün orta yerine yediğin top burnunu kanlar içinde bırakmış, kaşın patlatmışken onun yanına gidiyorsun çünkü biliyorsun ki en iyi o sarar yaralarını. Ama bir şeyler olmuş. Gazlı bezi mi bitmiş yoksa senin yaralarından mı sıkılmış, orası meçhul. Her oyunda bir kaybeden oluyor böylece. Ne kadar keyif alsan da. Burada iki seçenek var; kanlar içinde kalmak mı, başının çaresine bakmak mı? Ben sana söyleyeyim, kanın kızılı seni açık hedef yapar. O top havuzunda herkes senin gibi değil ve olmak zorunda da değil. O gülle gibi toplar seni hedef almayabilir de. Başkalarının köşesine girmişsindir belki, her yiğidin yoğurt yiyişi vardır senin bilmediğin tatta yoğurttur oradaki ya da E, hiçbiri tesadüf. Fakat şansa bırakamazsın. O kızıl kan üstünde kurur, rengin değişir, kolay lokma olursun. Merhameti olan seni temizleyip oyuna devam etmeni sağlayabilir ama unutma, bir kere bırakıldın. Şansa bırakamazsın. Üstünü temizlemeyi öğrenmen lazım. Yaralarına göre hangi merhem iyi gelir, öğrenmen lazım. İşte o zaman gençliğin körlük etkisinden kurtulmuş olursun. Gözünü dolamış olan tüm anlık duygularla başa çıkabilirsin. Artık harcamayacaksın kendini çünkü, kendi kendine yetebildiğin zaman.


Kimse kimseyi kurtarmak zorunda değil. Hepimiz bazen kayboluyoruz. Bir iş yapıyoruz nedenini bilmeden, keyif almadan. Kaybolduğumuz o tünelde dümdüz gitmek varken bir sağ duvara bir sol duvara atıyoruz kendimizi. Evet, bazen tünelin içinde kıvılcım kadar bile ışık olmuyor ama bu kendimizi sağa sola atmak için bir sebep değil ki ya da bir kurtarma ekibi beklemek için. Kollarımızı iki yana açsak engelimiz yoksa dümdüz ilerleyebiliriz ve hiçbir tünel sonsuz değildir. Zaten çoğu zaman bunu yaptığımızda elimiz bir boşluğa denk gelir ve o boşluk kestirme yoldur. Çıkışı bulmak için ihtiyaç olan tek şey kollarımızı dik tutabilecek güç. Bunu sana, bana ne ailemiz verecek, ne dostumuz, ne de sevgilimiz/eşimiz. Çünkü herkesin arada bir girdiği ve çıkmak için uğraştığı kapkara tünelleri var. Karanlıkta başını dik tutmanın çok anlamı yoktur ve oradan kurtulmanın yolunu ya da gücünü diyeyim, kendi içinden gelmesi gereklidir. Eğer gelmiyorsa ve sağa sola körlemesine gidiyorsan, omzunun çürümesi gereklidir belki de.


Önemli olan ne biliyor musun? Yürüdüğün yolda her şeye hazır olmak. Sonunda ne olduğunu bilmene gerek yok. Her insanın filminin sonu gayet belli. Yürüdüğün her adımın güzel yanı o adımı atıyor olman. Bir şey yapmak için çabalamak kadar güzel bir şey yok. Yaşadığın dünya adına bir şey yapmak ve gelecek nesillerin dünyasını kendinden daha çiçek bir yere dönüştürmek isteyip çabalıyorsan sonuca ulaşmasa bile çabaların onlara bir şey öğretir çünkü. Tamamen yanlış gitsen bile yanlış yolu göstermiş olursun. Bir kadını/erkeği sevip onunla bir hayat yaşamak için peşinden koşuyorsan, tabir-i caizse tavlamak için çabalıyorsan bundan güzel bir şey yok. Çünkü hayatını neyin güzelleştireceğini biliyorsun. Varsın yüz vermesin, sen ne istediğini biliyor olacaksın ya da ne kadar yanlış yaptığını. Çünkü yürüdüğün yolda her adımın bir anlamı var fakat o yol sana özel değil. Bir sürü adımlar var. Patikadaki izler karmakarışık. İyisi olduğu kadar kötüsü de senle beraber adım atıyor. Güzel yol burası diye gösterdikleri tarafta çiviler dolu olabilir, güller de. Yürüdüğün yolu beğendiği için seni başka yere yönlendiriyor da olabilir. Dışarıdan gelecek her tavsiye iyi midir peki? Amacın için arkandan gitme diye bağırsalar da ilerler misin o yolda? Amacın bacaklarına yılanlar dolanmasına değer mi? Peki neden çizebildiğin bir rota fırsatın varken başkalarını dinleyeceksin? Boş konuşmadıklarını ya da seni elemek için yapmadıklarını bilebilecek misin? Her gelen ses anlamlı mı olacak senin için? O kalabalık yollar labirentinde kime neden güveneceğini iyi düşündün mü? Benim tavsiyem, iç sesin her zaman en iyisidir. Her şey mahvolsa bile tüm sorumluluğu kabul etmek daha kolaydır çünkü.


Yolunuza, top havuzunuza ve kendinize iyi bakın. Hayatınız çok acayip şeyler hazırlıyor olabilir sizin için. Ama asla unutmayın ki, kendi kararın her zaman en iyisidir.


Bitirirken aşırı aşırı hayranlık beslediğim bir sanatçıyı iliştirmek isterim, karşınızda James Ensor. Sanata ilgisi olan vardır olmayan vardır o yüzden tanıtmayacağım. Tek vereceğim bilgi, ortada maskesiz olan ve direk size bakan yüz sanatçının kendisi. Sizden istediğim tek şey tabloya en azından bir otuz saniye falan bakın. Çünkü tablolar bazen binlerce sayfa yazının anlatmak istediğini bir bakışta verdiği için değerlidir.


Autorretrato con máscaras (1899), James Ensor



1 Comment


Muhteşem olmuş. Ellerine sağlık:)

Like
bottom of page