top of page

İçinizdeki boşlukları uygun kelimelerle doldurunuz.



Yazıyı okumadan önce şu aşağıdaki şarkıyı bi'dinlesenize. Bir de hayatınızı düşünün. Doğumdan yana kaç kere ağladınız falan 😂 Bunu yaptıktan sonra yazıyı okumaya devam edebilirsiniz. Şimdiden söyleyeyim, uzun soluklu olacak.



İlk yazımdan sonra çevremden aşırı tatlı yorumlar aldım, teşekkür ederim desteklediğiniz için. Gelen yorumlardan biri okuduğum ya da ilgilendiğim konularda da bir şeyler yazmam gerektiğiydi. Bir an dedim ki "Mantıklı he, ben bunu bi'düşüneyim." Düşündükçe fark ettim ki, ne gerek var? Yaşadığımız dönemde insanlar merak ettiği her şeye erişiyor ve bu erişim yüzdeliğini bilemem ama bayağı da yüksek bir oranda ki zaten böyle bir şeyi yapıyor olsam dahi insanların içindekini (bahsettiğim "içindeki" kavramı aşırı farklı bi'dünya) duyması amacımı kaybetmiş olurum.


Çocukken öyle çok mahalleye inip oynayan bir çocuk değildim. Genelde yazın annemin köyüne gider ve aylarca orada tek başıma ormanda, bağda, bahçede çamurla, yılan yuvalarıyla, börtü böceklerle arkadaşlık ederdim. Ne bileyim, bu da benim zevkim işte. O ormanın içinde büyüyüp serpilirken hayat görüşümün de o ağaçlarla, o topraklarla paralel gittiğini fark ettim. Ormanda boşluk yoktu. Ağaçlar uzaktı belki birbirlerinden ama araları boyumca otlarla kaplıydı. Yürüyüş patikası vardı belki ama toprak boylu boyuncaydı. Buna o zamanki çocuk aklımla sadece bayılıp hayret ediyordum.


Yıllar geçiyor tabii, çok büyümedim ama kendimce bir yaşa geldim 😂 Ailem kültürel anlamda gelişmemi her şeyden çok istediler. Sayelerinde gerçekten okudum, gerçekten izledim ve gerçekten anlamaya başladım. Her zaman onlara minnettar kalacağım. Her neeyse, burası ilgilendiğiniz kısım değil zaten. Büyüdükçe çevremdeki herkesin olabildiğince iç dünyasını anlamaya çalıştım ve fark ettim ki her insan içinde mükemmel bir boşlukla doğuyor. Kimisi için bu dünyayı kurtaran kişi olma çabası tarzında bir şey, kimisi için şöhret, kimisi için banka hesabında bol sıfırlı haneler, kimisi için sevgi, kimisi için aile gibi boşluklardan oluşuyor gördüklerim. (Herkesin boşluğu kendine, benimkini demeyeceğim tabii ki beklemeyin 😂)


Bu boşluklarla yaşamak herkes için çok zor. Çünkü eşit şartlar yok. Şöyle düşünün, Hepimizin elinde kovalar var fakat hepsinin boyutu birbirinden farklı. Kovanın içindeki boşluk da kimse de aynı şekilde dolmuyor. E doğal olarak da bu durum işi hayli karışık hale getirip bizi bir delilik haline sokuyor. "Sen bana deli mi dedin?!!!" demeyin, bir dinleyin yahu. Nedir bu "delilik hali"?


Hemen burada konuyu baya bir renklendirmek isterim.


Netflix üyeliği olanlar bir uyandı gibi zaten mevzuya ama bu açıklamamam için geçerli bir sebep değil. Ya şimdi ben izlerim falan ama öyle sinema eleştirmeni gibi açıklamalar yapamam. O yüzden mevzuyu kısa bir anlatacağım. Bu belgeselde iki tane abimiz var ve hayatlarındaki her şeyi olabilecek en minimal düzeyde tutmaya çalışıyorlar. Mesela sarı abi bir yolculuğa çıkıyor, baya da uzun bir süre yolda olacak. Tam hatırlamıyorum kaç tane şey alıyor ama o kadar minicik bir çanta alıyor ki kafayı yersiniz. Cimri olduğundan falan yapmıyor kardeşim bunu. Zaten adam zamanında çok başarılıymış ve güzel para kazanıyormuş. İkisi için geçerli o kazanma kısmı ve ikisi de çok güzel bir şekilde harcıyormuş kazandıkları güzel paraları. Ama bir türlü olmuyormuş. "Oğlum şu sekiz milyon altı yüz ekran televizyonu alayım aşırı mutlu olacağım", "Şu terfiyi alayım sen beni bir gör" diyerek yaşamışlar. Ama olmamış. Her seferinde daha iyi bir televizyon çıkmış, reklamlar basmış gazı al al diye, terfi gelmiş artan şey maaştan çok stres olmuş. Ama hala bir şeyler doldurmaya devam etmişler hayatlarına. Çünkü içlerindeki o boşluk, bu abilerimizin kovaları o kadar büyük ve eskiymiş ki hiç doymamış. İkisinin de çocukluğu aşırı sorunlarla geçmiş çünkü. O kadar sorunun arasında ellerindeki boş kovaya bakamamışlar sadece markette boş alışveriş yapar gibi her şeyi içine fırlatmışlar ama kovaları bunlarla dolacak bir şey değilmiş, dibi delikmiş attıkları şeylere anlayacağınız. Bir şekilde anlamışlar durumu ve "minimalizm" akımına uymuşlar. Sonra bir bakmışlar ellerinde bir kova, kovanın karnı başka şeylere aç. Demişler ki "Hayatım böyle olmamalı. Benim derdim başka." Bu aşamaya kadar geçen maceralarını da kitaplarında anlatmışlar. Zaten belgeselde kitap fuarlarına tanıtıma gidiyorlar kimse gelmiyor falan, aşırı tatlı abiler tepkileri çok iyi.



Minimalist bir tanım 😂

Çoğumuz da bu abiler gibiyiz. Boşluklarımızı kendimize uygun kelimelerle değil de aşağıda bize verilen kelimelerle dolduruyoruz. Reklam görüyoruz alıyoruz, indirim görüyoruz alıyoruz, birisi derece yapıyor onla rekabet ediyoruz gerçekte istediğimiz şey için olsun ya da olmasın, yapılması gerekiyor denildiği için yapıyoruz. Boşluğumuzu görmüyoruz bir de sanki her şeyimiz tammış gibi de gerim gerim gerilip havaya giriyoruz.


"Aynen kanka aşırı ucuza aldım yaa", "Abi okuyor muyum her gün cenazeme mi gidiyorum belli değil", "Hoca bana taktı yaa", "Canım gardaşım, canım kankam derse gidince bana imza atsana hiç gidesim yok uyuyacağım" , "Patron kusura bakma ya hastaneye gitmem gerekti". Tanıdık geliyor değil mi? İçimizdeki boşluk bize bunları dedirttiği halde manyak gibi onu dinlemeyip hala kovanın içine istemediği şeyleri atıyoruz. Oyuncağını istediği için ağlayan bebeğe istediği oyuncağı verene kadar ağlamasını sürdüreceğini biliyoruz ve buna karşılık bize en yakın olan iç benliğimizin çığlıklarını duyamıyoruz çünkü ORTALIK ZATEN KARIŞIK. O yüzden pek bir şey de diyemiyorum ki bize. Şehirler, okullar, iş yerleri, sorumluluklar derken o kadar gürültünün içinde ne istiyor içimiz bilemiyoruz ki. (Dokuz dakika mı ne ama sabredip izlerseniz çok iyi bir özet olduğunu göreceksiniz: ⬇ )



İsterdim ki, tanıdığım herkesi serpildiğim o boşluksuz ormanlara götüreyim. Doğanın eksiksizliği içinde kendi eksikliğini görüp benim derdim buymuş desin. Toprağın halı gibi serildiğini, bir rengin yanındaki renge olan uyumlu desteğini, sincapların kımıl kımıl aşırı ani hareketlerinin tamamlayıcılığını, rüzgarın ağaç dallarıyla anlaşıp aralarından tüy gibi geçip gittiğini, güneş ışığının tüm o manzarayı kaplayıp o ormanı dünyanın cenneti haline getirdiğini görsünler isterdim. Böylece tüm o tam dünyanın içinde içindeki ona anlamsız keyifsizliği, uykusuz geceleri, sebepsiz yere gelen kararmaların sebebini bulurlardı ve buldukları sebebi halledebilmek için gereken cesareti de verirdi o ormanlar.


Fakat yanı başımızda orman bulamayacağımızı ve bu yazıyı okuyan herkesi de toplayıp annemin köyüne götüremeyeceğimi ve bir de dünyadaki zibilyon farklı karakterde aynı bu usulün işe yaramayacağını biliyorum.


Dünyadaki çoğu insan dümdüz, saman tadında bir hayat yaşadığını ve bunun farkına vardığı an bir şeylere sarılıyor. Genelde bunlar felsefi bir şeylerden oluşuyor. Tibet'e tırmanıyorlar, Hindistan'a gidiyorlar, şamanlaar keşişleer kovalıyorlar. Bunun en büyük örneği Osho öğretisi sanırım günümüzde.


Netflix bana sponsor olsun bence.


Bu da Türkçe ismiyle Vahşi Kırlar. Dizi belgesel gibi bir yapım çıkarmış Netflix. Altı bölümden ve her bir bölümü bir saat olan bir şeyi burada anlatamam fakat ben ne anladım onu anlatabilirim.


Osho denilen amca ve sannyasinleri (taraftarlara böyle deniliyormuş)

Belgeselin konusu Osho dediğimiz amcanın öğretilerinden, onu takip edenlerden ve nasıl KENDİLERİNE BİR ŞEHİR KURUP ABD'Yİ KARIŞTIRDIKLARINDAN bahsediyor. Doğru mu okuduk deyip geriye dönmeyin diye büyük yazdım. Konu aşırı cafcaflı ve biraz da ürkütücü aslına bakarsanız. Osho'nun kitaplarını her kitapçıda görmüş olduğunuzu biliyorum. Ben de biraz merak etmiştim açıkçası. Nedir bu Osho falan demiştim fakat konsept bana pek uygun değildi o yüzden "amaan" demiştim. Fakat bu "iş" aşırı büyük bir "iş"miş ve dönemin en kaymak tabakası diyebileceğimiz entelektüel kesimi bu "iş"in içindeymiş. Hindistan'dan başlayıp Oregon'a uzanan fişşek gibi bir hikaye izledim. 80'li yıllarda beş yüz bine yakın taraftarının olduğu bir oluşumun hayat hikayesi aslında. İzleyin, izlettirin. Netflix üyeliği olan kankalarınıza yalvarın, pişman olmayacaksınız.


Neyse, belgesele olan hayranlığımdan sonra artık konumuza dönebiliriz. Ne demiştik, heh ülke ülke gezmeler, yüz yaşındaki amcaların peşinden gidip amcaları rahat bırakmamalar falan.


Bir canlı yaşamını kaliteli, sağlıklı ve uzun geçirmek için her şeyi yapar. İnsanlar olarak biz bunları yapma konusunda daha da istekliyiz. Bu yüzden eksikliklerimizi tamamlamak için Tibet dağlarında yüzlük dedeleri kovalayabiliriz. Fakat bunu yaparken bu dedelere öyle bir bağlanılıyor ki sanki sihir onların elinden gelecek ve tüm hayat bir anda griden gök kuşağına dönecek. Bu koca değişim ve yenilenme için kendileri gibi bir insanın peşinden öyle bir koyu taraftarlıkla ilerliyorlar ki, ceplerindeki paralarını, emeklerini, ailelerini hatta hayatlarını bu dedelerin eline bırakıyorlar ve dedeler de bunu güç olarak kullanıyor. Bu dedenin mesela tam hatırlamıyorum ama yirmiden fazla Rolls Royce arabası varmış. Ya onu bunu geç adam kendine gerçek bir şehir inşa edebilmiş. ŞEHİR.


Böylesi bir güç eldesinde insan istediği kadar keşiş olsun, ne bileyim felsefeci olsun, sevgi desin, insanlık desin içindeki boşluğu bilmiyorsa hala öğretisinin tam zıttı hareketlerde bulunur. (Bu dediklerini güç gelsin diye de diyor olabilir orası muamma.) Para ister, silah alır, insanları zehirler fakat taraftarlar o kadar umutsuzluk içinde gitmiştir ki yanına bunları haklı hareketler olarak görür zaten onlara da haklı olduklarına inandırılır.


Çünkü bu insanlar inanmak ister, bu insanlar içlerindeki boşluğu başkasının sayesinde doldurulabileceğini düşünür. Çaresizlik ve "bilinmemezlik" insana her şeyi yaptırabilir fakat bunu insan kendinden başka kimseyle aşamaz. Başka birinden bunu aşmayı ummak onun elinde oyuncak olmaktan başka bir şey değildir. Her hayatın kendine göre bir rengi var. Herhangi bir renk kataloğuna bakıp "Ahanda rengimi buldum!" diyemezsiniz. Çünkü onlar zaten varlar, neden olan şeyle sen bir olasın ki? İçinizdeki kovayı da kovada nelerin eksik olduğunu da ancak siz bilebilirsiniz. Kimseden ümit beklemeyin çünkü yeri geldiğinde doğduğunuz andan itibaren sizin yanınızda olan, sizi olduğunuz kişi yapan aileniz bile kendinizden iyi bilemez içinizdekini. Neler hissettiğinizi, neler yaşadığınızı bağıra bağıra anlatsanız bile ancak anlayabildikleri kadarını anlarlar çünkü ne anneniz, ne babanız sizinle bir insanlar değil. Her hayatın ve her deneyimin kendine özgü güzelliği vardır.


Ben demiyorum ki bu öğretiler saçma, okumayın. Yoo, istiyorsanız okuyun taraftarı olun. Hayat sizin. Fakat hiçbir şeye körü körüne de bağlanmayın abi.


Yazının sonuna gelirken şarkıyı tekrar açın. Elinizde tuttuğunuz kovalarınız ne gözyaşı kabul eder, ne güzel kıyafetler, ne de acı ve mutsuzluk dolu günler. O kova sizin yükünüz değil aksine yüksüzlüğünüz. Gözünü seveyim, boşu boşuna canını sıkma sadece içine bir dön bak. Ne kadar güzel bir dünya göreceksin. Hadi bakayım, göreyim seni. Boş değilsin bak vallahi. Hadi çaav!










Comments


bottom of page